12 Şubat 2010 Cuma

YÖK, Okullar ve Kadınlar



Okulu bitireli tam 1 yıl oldu. İyi kurulmuş her hayatın, tıpkı becerikli şekilde yapılmış her tasarımda olduğu gibi, bir omurgası olur diye düşünüyorum. İşte biz de okulu bitirdik, geldik hayatımızın ikinci aşamasına. Burayı da şekillendirecek, kökünü birinci aşamadan alan bir omurga var tabi ki, veya var olma yolunda ilerliyor. O omurgayla ilk 1 yıllık deneyimimizi yaşadık, ve sanırım durup bir ara değerlendirme yapma zamanı geldi.
Omurganın adı: YÖK, Okullar ve Kadınlar.

Son 1 yılda, bu omurga ekseninde ve inişli-çıkışlı bir grafik üzerinde pek çok olay yaşadım. Bunların hepsini bu durum değerlendirme yazısında anlatmaya, tartışmaya gerek var mı bilmiyorum. Sanırım yok, çünkü zaten hepsini özetleyen üç olay son 1 ay içinde paket halinde geldi, hayatımda rüzgar gibi esip çıktı, biraz biraz onları anlatayım, okuyunca anlayacaksınız.



Ben Mimar Sinan Üniversitesi mezunuyum. Bizim buralar biraz dumanlıdır, yolunu bulmakta zorlanırsın. 1999 yılında o kapıdan girdiğimde, meslek hayatımın ilk 10 yılını okulu bitirmeye harcayacağımı bilmiyordum tabi ki. Ama bildiğim bir şey vardı, bu meslekte eğitimci olacaktım. Başka şeyler olmayacak mıydı, elbette olacaktı, ama eğitimcilik omurgayı oluşturan değişmez unsur olarak kalacaktı. Bunu elde etmek için ne yapmak lazım, o zaman bilemiyorduk ama nasıl olsa öğrenip uygulardık, problem olmazdı.

Zaman içinde resim netleşmeye başladı. Okul içinde hangi kürsüde bulunmak isteyeceğim netleşti, iyi bir eğitimci olmak için önce kendini eğitmen gerektiği gerçeği kafama yerleşti, on yıl mesleki düşünceler içinde yoğrularak kendimi de hazırladım, mezuniyete yakın da işin teknik yönünü halletmek için neler yapılması gerektiğini öğrendim, merkezi sınavlarıma girdim, okulumu bitirdim, yüksek lisansıma başladım, gayet güzel bir şekilde fırsatları kovalamaya geçtim, pek çok fırsat da çıktı (işte bahsettiğim bu son 1 yıl içindeki inişli-çıkışlı grafiği oluşturan fırsatlar), arada merkezi sınav puanım yetmedi yeniden girip puanımı yükseltip elimi de kuvvetlendirdim, beklemeye ve bir yandan yüksek lisans derslerimi halletmeye devam ettim...

...ve geldik 2010 yılı Ocak ayına.



Mimar Sinan Üniversitesi Bina Bilgisi Ana Bilim Dalı için 1 adet araştırma görevlisi kadrosu açıldı!
Benim içinde bulunduğum, yüksek lisansımı yapmakta olduğum kürsü.
Her şey gayet güzel. Hocaların bana yürümek istediğim yolda inancı ve desteği tam. Prensipte hiçbir problem yok. Fakat bakalım YÖK'ün kurallarını aşıp içeri girebilecek miyiz.
Başvurumuzu yapıp beklemeye başladık.

Kurallar gereği, merkezi sınav ve merkezi yabancı dil sınavı puanları ile başvuran kişiler arasında yapılan sıralamada ilk 4'e girmem gerekiyordu ki, okulun kendisinin yapacağı mesleki giriş sınavına katılmaya hak kazanayım.

0.1 puan farkla 5. oldum.

Teşekkür edip ayrıldım.
Çok üzüldüm.

Kuralı burada tartışmıyorum. Kural buydu, yerine getiremedik. Bir şey söylemiyorum.

*

...Bundan 1 hafta sonra, her yönüyle çok beğendiğim, büyük anlam ve değer verdiğim, bana da anlam ve değer verebileceğini zannettiğim bir hanımefendi, beni şaaaak diye reddedip başkasına gitti.

Çok ama çok üzüldüm.

Onun da beni değerli bulduğunu biliyorum, ama aradığı başka değerler olmuş olabilir, onların ne olduğunu merak etmiyorum.
Kendisine olan saygım asla azalmamıştır. Yolu-bahtı açık olsun.



...ve hemen oracıkta Kültür Üniversitesi fırsatı çıktı!
İstanbul Kültür Üniversitesi'nde 3 adet araştırma görevlisi için kadro açıldı. O ana kadarki her bir araştırma görevliliği başvurumda (ki 5 taneydi) ayrı bir hikaye yaşamışım, bakalım bu sefer ne olacak diye düşünerek yaptık 6. başvurumuzu.

Okulun sonuç açıklama sistemindeki aksaklıklardan dolayı maceralı geçen iki haftadan sonra öğrendik ki, öndeğerlendirmede, yani merkezi sınav-yabancı dil sınavı hikayesi ile yapılan sıralamada 1. olmuşum, okulun yapacağı mesleki sınava giriyorum. Haydi bakalım.

Başvuru dosyam, okuldan götürdüğüm 3 adet referans mektubu, portfolyo kitapçıklarım, sınav kağıdım ve ben.

Kabul edilmedim.
Bana verilecek o masaya hiç bu kadar yaklaşmamıştım, ama olmadı. Öğrendiğimde üzülmedim fazla. Olabilir, almayabilir.
Fakat, üzülünecek şey daha arkada bekliyormuş benim haberim yokmuş.

Okula belgelerimi geri almaya gittim. Başvuru dosyamı, portfolyomu ve kitapçıklarımı verdiler elime. Dosyayı toparlarken bir de ne göreyim. Verdiğim referans mektuplarının hiçbiri açılmamış! Referans mektubunu ağzı kapalı zarf içinde verirsiniz. Zarfların hiçbiri açılmamış. Jilet gibi kapalı duruyorlar, dokunulmamış.

İşte o an, o kadar çok üzüldüm ki.

Sadece kendim için değil. O mektupları yazan insanların emeğine yazık olduğu, imzaları paçavra yerine konduğu için.
Hep beraber hakarete uğramış olduğumuz için.
Bir kapı kolu ötemde duran bölüm başkanının yanına gidip "Sizin bu yaptığınız mesleğe ihanettir" demediğim, demeyeceğim için.



İşte bunların hepsi birkaç hafta içinde olup bitti.

Şimdi aslında bu kadar yazıyı yazmamın bir sebebi var, bundan bir analiz çıkacak.
Bir süre önce (o hanımefendi tarafından reddedilmemle Kültür Üniversitesi'nde hakarete uğramam arasına denk gelir) bir arkadaşımla okulda atölyede oturuyorduk.
Dedim ki kendisine, "Ya, kendimi bir YÖK'e, bir okullara, bir de kadınlara anlatamadım."

Öyle ya, öğrencilere verecek çok şeyim olduğuna inanıyorum, okullara bir türlü anlatamıyorum; bir tane hayatım var onu vermek istiyorum, almak isteyen kadın bulamıyorum; YÖK desen apayrı bir hikaye...

Güldü, "Sen..." dedi, "...bir bak bakalım bunların ortak özelliği neymiş, belki o zaman bir ilerleme yolu bulursun."

İlginç geldi. Ben bunu hiç bu şekilde düşünmemiştim.

"Olabilir" dedim.

Şimdi düşününce, sanki bir ortak noktalarını bulmuşum gibi geliyor.

Sanırım ortak noktaları şu; Üçü de çok hızlı karar veriyor, kafalarında belli bir kalıp var, o kalıba uymayan adamı hiç dinlemeden anında kenara atıyor ve kafalarındaki planı uyguluyorlar. O planı da, seçme yöntemlerini de sorgulamaya gerek duymuyorlar. Onlar için o kalıbın tarif ettiği şekil doğru ve üzerinde düşünülmesine gerek yok, düşünmesi gereken kalıbın içine girmek için çırpınıp duranlar; üstelik nasıl olsa, ortalık kalıba girmek için çırpınıp durandan geçilmiyor.
...veya bunların hiçbiri değil; onun kafasında, listesinde, çekmecesinde zaten başka biri var sen farkında değilsin, tüm çırpınman boşuna.



E, sonuç olarak bizim ne yapmamız lazım?
"...düşünmesi gereken, kalıbın içine girmek için çırpınıp duranlar" mı demiştik?
Bir kere işe "düşünmeyerek" başlamamız lazım.

Kendini kalıplara göre tanımlamak zorunda değilsin.
Ne istediğin, ne yapmaya çalıştığın ve insanlara verebileceğin şeylerin ne olduğu belli olsun ve bunları anlatmaktan vazgeçme, yeter.

Senin dışındaki şartları da değiştirmenin imkanı yok. Sen isteğini devam ettirdiğin sürece, uygun şartların gelip seni bulacağını bil.
...ve şu var, bir şeyi elde etmek için sadece senin hazır olman yetmiyor, elde etmek istediğin şeyin de hazır hale gelmesi gerekiyor. Belki bir okulun kuruluşunu tamamlaması veya kadrosunu boşaltması, veya bir insanın hayatını düzene koyup karşına çıkması; şu anda senin dışındaki yerlerde neler oluyor sen bilemezsin, yalnızca sabır ve bilgelikle beklemeyi bilmelisin.

"Bunda ne var ki, o kadar yazıyı yazmana gerek yoktu bana sorsan söylerdim" diyenleriniz olabilir. Ama insan yaşamadan öğrenemiyor bunları.



Öyle zannediyorum ki bir gün, beni almayan bütün okullara birer teşekkür borcum olacak.
"Bana çok şey öğrettiniz, buraya sizin sayenizde geldim" diyeceğim.

...ve beni kabul etmeyen bütün kadınlara teşekkür edeceğim,
"Sağolun, bugün sahip olduğum hayatı size borçluyum" diyeceğim onlara.

Belki yine bu blogda yazarım bunları, belki başka bir yerde okursunuz, veya dinlersiniz, bilmiyorum.

...YÖK mü?
Onunla daha çok karşılaşacağız, işimizin kolay kolay biteceğini zannetmiyorum.

*

Buraya kadar ben getirdim ama, yazıyı Samuel Beckett bitirsin istiyorum.

"Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil."

Teşekkürler.

1 yorum:

  1. Yanaşamadığı her liman kaptanı yanaşması gerektiği limana yaklaştırır.

    YanıtlaSil